Makale Başlığı: Yürekteki Kuş

Yürekteki Kuş

Yazar: Hüzeyme Yeşim Koçak • Eklenme Tarihi: 09.02.2005 • Görüntüleme: 5.267

Özet:
YÜREKTEKİ KUŞ-TÜRK EDEBİYATI VAKFI 2000 YILI ÖMER SEYFEDDİN HİKÂYE YARIŞMASI ÖDÜLÜ-

Kelimeler:
Yürekteki Kuş, Hüzeyme Yeşim Koçak, ömer seyfettin hikaye ödülü, edebiyat öyküleri, ödüllü edebiyat öyküleri, edebiyat hikayeleri

YÜREKTEKİ KUŞ
Hüzeyme Yeşim Koçak

Buraya geldiğimizden beri çok değişmiştin, ya da ben yeni fark ediyordum.
Ama sanki bir şey hızlanmış, birisi düğmeye basmış, olacakların ilk sinyalini vermişti. Huzursuzluğun başlangıçtı. İştahsızlaşmış, sürekli bir hareketlilikle yerinde duramaz olmuştun.
Bir lahza bile peşimizi bırakmayan sevginle adeta bize tebelleştin. Senin herhalde tek eğlencen, yegane avuntun, sevgili kuruntunduk. Özellikle de ben.
Nereye gidersem yanıma gelir, sürekli seninle ilgilenmemi isterdin. Sevdiğim işlerle uğraşmama, alakalarıma, kendinden gayri cazibe odaklarına tahammülün yoktu.
Seni evde bırakıp Kenan'la gezmeye çıkardık bazen. Dönüşümüzde bizi gayet meyus, mükedder karşılar, suçlanmamızı sağlardın.
Yediğimiz içtiğimiz, soluduğumuz havamız, en önemli konumuzdun neredeyse. Fark etmeden bu konuma gelmiştik.
Kahvaltılarımızı yemeklerimizi senin eşliğinde yapar, seni yatırmadan yatmaz; günlük programımızı hatta planlarımızı sana göre ayarlardık. Adeta hayatımızın rotasını çizer, belirlerdin. Ailemizin bir ferdiydin, yaşantımızın içindeydin. Anlamadan güdümüne girmiştik, bizi sen idare ederdin.
Uyandırırız endişesiyle "çıt" çıkarmamaya çalışırdık. Çığlıkların, konuşmaların, imaların bir emirdi. Bize yön verirdi.
Sabah 7.30'da derhal hürriyetine kavuştururduk, çünkü uyanmıştın ve sabırsızlanmaya başlardın. Oynaşmak, sevişmek istediğinde itaat ederdik. İşimizi gücümüzü bırakır, sevgiyle örülmüş maskelenmiş emirlerini yerine getirmeye, gizli arzularına ulaşmaya çalışırdık. Öpücüklerimiz, sonsuza uzanırdı. Dakikalarca senden, sevimliliğinden, yeni çıkarmaya başladığın kelimelerden, türlü marifetlerinden söz ederdik.
En akıllısı, en güzeli, en muhabbetlisi bizdeydi, senle övünürdük.
Kenan'la aynı sabit hissi paylaşırdık. Ya hastalanır, ölüverirse. Bir gün, bir uğursuz sabah, minik cansız bedenini kaskatı kesilmiş, evceğizinde yatarken buluverirsek... Korkular kaplardı yüreğimizi... Gecenin bir vaktinde kalkar, kontrol ederdik, bebeğimizsin gibi. Bize emanettin. Koruyup kollamak, besleyip büyütmek vazifemizdi. Madem ki sorumluluğunu almıştık, görevimizi iyi yapmalıydık.
Bu kadar tutkunun, müptelan olacağımız ve senin yüzünden sınanacağımız nereden aklımıza gelirdi?
Görenlerin hemen dikkatini çekerdin. Hayretle, özençle, merak saikiyle: "Böylesini hiç görmemiştik." derlerdi. "Sizinkisi bir başka... Lütfen konuşturur musunuz?".
Yanımıza çağırır, birlikte çeşitli numaralar yapardık. Öpüşmelerimize millet bayılırdı.
Sen sevginin ta kendisiydin. Ömür çizgimizin zevkli keşfi, tatlı duygusu, muhabbetin eşsiz biricik kuşuydun.

*

İçinde günlerdir mahiyetini kestiremediği bir sıkıntı vardı. Cenderede gibiydi. Bilemediği, anlam veremediği bir hadisenin önsezisiyle, dürtmesiyle sarsılıyor, rahatsız bir bekleyişten yüreği sancılanıyordu. Hissettiği baskı, daralma, tuhaf bir sinirlilik, öfke şeklinde dışa vuruyordu.
Kocasıyla yok yere kavga etmişlerdi. Tatsız bir akşamla beraber, içi de tekrar sıkışmaya başlıyordu.
Akşam yemeğini balkonda yiyeceklerdi.

Cancan sağa sola uçuyor, sahibesinin başına omzuna konup, o pek sevdiği varlığın kulağına muhabbet sözleri fısıldıyordu:
-Canım!
-Tatlım!
-Güzelim!
-Maşşallah! Maşşallah!

Aniden irkildi. Kuş omzunda balkona çıkmıştı. Hayvanla her zaman içli dışlı yan yana olduğundan, birlikte balkonda bulunmanın sakıncasını idrak edememişti. Rutin işini yapıyordu. Cancan da her zamanki gibi peşi sıra geliyordu.
Çabucak geri döndü. Odaya girip, yaklaşan muhtemel tehlikeyi önlemek istedi. Yakalamaya yeltense, ürkütüp büsbütün kaçırabilirdi.
Ama kuş, sanki hep bu anı beklermiş, özlermişçesine, hızla havalandı. Caddenin karşı tarafına apartmanlara doğru yöneldi, meçhule daldı.
Donup kalmışlardı. Gökyüzü daha da kararmıştı. Uçup gitmişti, öylece, özgürce... Ne kadar ucuz, ne kadar peşin ve kolaydı kaybetmek.
Daima buna benzer bir olayın korkusunu taşımış, tasayı yüreklerinin kuytu köşelerinde barındırmışlardı.
Sevgi emek istiyordu. Hangi çeşit olursa olsun filizleniyor, gelişiyor, yerleşiyordu. Kök saldıktan sonra onu söküp atmak, yerinden oynatmak, tesirinden kurtulmak çok zordu. Ve sonra korkular başlıyordu. Yitirmek, elinizden çıkarmak korkusu... Kalbimiz bu tip sevgiler ve kaygılarla yüklü bir depo, ambar gibiydi.
İşte Cancan'ı kaybetmişlerdi.
Nazlı'ya öyle geldi ki; zaman, dünya, kainat her şey durdu. Evrenin manası, ruhu yok oldu. Nizam altüst olup bozuldu.
Bedeninden bir başka Nazlı çıkıp, sakin televizyon kamerası, makine gibi duyarsız, olan biteni izliyordu. Diğer Nazlı karmakarışık, ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemez halde, önündeki kıpırtısız, durgun manzaraya bakıyordu. Görmüyordu, duymuyordu, hissetmiyordu.
Kenan bağırıp çağırıyor, kuşa sesleniyor; yol boyunca duygusuzca dizilmiş evlere, arkada gözüken portakal ağaçlarıyla süslü bahçelere, gökyüzünde onlarla eğlenen, dalga geçen yıldızlara göz atıyordu.
Nazlı, benzer saatleri hayatının başka dönemlerinde de yaşadığını düşündü. Kader çizginizde apansız bastırıveren, sizi hazırlıksız, gafil yakalayan -veya öyle zannettiğiniz- bir değişiklik dönüm noktası meydana geliyor; hayatınız başka dönemeçlere sapıyor, başka istasyonlardan, yollardan geçip farklılaşıyordu. Olacakları önceden tahmin edip, sezseniz, bekleseniz dahi, uslu bir seyirciden, elsiz kolsuz, çaresiz bir bebekten fazlası değildiniz. Sesli sessiz çığlıklarınızı, haykırışlarınızı kimse işitmiyordu. Yazgınızın hakimi değildiniz.
Bu, öyle bir andı. Herşey akıp geçiyor, kayıp gidiyor, dipsizliklerde, zaman derinliklerinde cilvelenişlerinde yitiyordu.

Kenan, donakalmış karısına seslendi:
-Kafes, balkon masasının üzerinde kalsın. Işığı açık bırakalım. Belki görüp gelir. Ben karşıya geçip onu arayacağım.

Üzerine keder yağıyor, üzüntüsünün şiddetini arttırması, kıpırdamaz, elini kolunu tutmaz hale getiriyordu.
Gittikçe yoğunluk kazanan bir suçluluk duygusu, Nazlı'yı pençesine alıyordu. Dikkatsizlik etmişti. Balkona çıkan kuş elbet kaçardı. Serbestinin bu kadarı gerekli miydi? Elalemin kuşu akıllı uslu, paşa paşa kafesinde oturup keyif sürmüyor muydu? Beyfendinin ayrıcalığı neydi?
Son günlerde sevgisiyle onu bunaltıp usandırmıyor muydu? Cancan'ın yeni alındığı senenin taze hevesinden, ilgisinden eser kalmış mıydı? İlişkileri de artık biraz aşınmış, yıpranmış mıydı? Kafese hepten kapatmaya kıymasa da, odaya hapsedip tutkulu yapışkan muhabbetinden, aşırılığından kaçmıyor muydu? Kuşla aralarındaki münasebet, onu zorlamaya, yük olmaya başlamamış mıydı?
Bezginliğin tesiriyle hiç kimseye, hiç bir şeye tahammülü olmadığı bir devrede "İnşallah balkondan kaçarsın" diye beddua etmemiş miydi? Hatta bir değil iki defa...
Duasının ilk etapta kabul edileceği nereden aklına gelirdi? Tanrı katında böylesi has (!) kul muydu?
Beklemek zoruna gidiyor, kocasıyla birlikte arayışa katılmak istiyordu. Burda put gibi duramazdı. Zira bekledikçe acısı ağırlaşacak, yüreğine okkalıca oturacaktı.
Fakat ya Cancan gelir de, Nazlı'yı bulamaz, iyice şaşırırsa. Balkonda bir aşağı bir yukarı yürüyor, küçük sevgiliyi ümitsizce çağıran sesi, akıp giden trafiğe karışıyordu.
Cancan kaybolalı bir saati geçmişti. Tatillerinin, güzelim yaz memleketinin, bir anda bütün tadı kaçmıştı. "Mutlu saatlerin, vakitlerin karşılığını da mutlaka ödememiz mi gerek?" diye düşündü. Bedel belki de buydu.
Gecenin karanlığında sağa sola uçuşan kuş gördü. Şimdiye kadar, göz önünde uçuşan kuşların çokluğunu fark edememişti.
Sonra üzerine kaynar su boca edilmiş gibi sarsıldı. Sanki bunlardan biri yolunu kaybetmiş, ışıklar içinde bir yuvayı, seven ve çok sevilen bir sahibeyi arıyordu. Kollarını açtı, bütün gücüyle ruhuyla yardım etmek, yol göstermek istedi. "Buradayım. Buradayım!" diye inledi.
Boş kafes, kapısını sonuna dek açmış, şirin, pek sevgili minik sakinini, şiddetli bir iştiyakla hasretle bekler gibiydi.

*

Karşımızda iki çocuk vardı. Bir oğlan bir kız... On-on iki yaşlarında, nazik tavırlı. "Kuşunuz bulundu teyze" diyordu.
Duyduklarıma inanamıyordum. Olamazdı... Anlaşılan Tanrı bizi fazla üzmek istememiş, sadece ucundan kulağımızı çekmişti. Üzüntülerimiz, yürek çırpıntılarımız birden kesildi, azabımız dindi.

Telaşla çocukların gösterdiği yöne seğirttik. Caddeyi nefes nefese, hızla geçtik. Çocuklar da heyecanımıza katılmış, çabuk çabuk konuşup, bilgi veriyordu:
-Balkona kuşumuzu havalandırmak için çıkarmıştık. Sarı bir kuş, bizim kuşun kafesine kondu. Orada epeyce durdu. Size haber vermek için koştuk, ama bulamadık. Ne kadar hareketli teyze, konuşur mu? Evvelce konuşan bir kuşumuz vardı. Ama...

Oğlan sözünü bitirmedi. Gözleri boncuk boncuk yaşlarla dolmuştu.
Yelyelpelek merdivenleri çıktık. Asönsörü dahi fark etmedik.
"Seni bir bulsam. Asla bırakmayacağım. Yanımdan hiç ayırmayacağım. Yemeklerde tekrar beraber olacağız, sevgiyle gene dolacağız. Her yeri gönlünce kirletebileceksin. Sana kızmayacağım, bağırmayacağım, zahmetlerin yüzünden 'öff' demeyeceğim. Uçacak, konuşacak, yasaksız, itirazsız sevdiklerinle peşinen mutlu olacaksın."
"Kapıları, pencereleri iyice kapasalar bari" diye aklımdan geçirdim. Onu görüp, kafesine sokmadan içim rahat etmeyecekti. Zili nasıl çaldığımızı bilemedim.
Tişörtlü, şortlu bir adam kapıyı açtı. Hemen içeri daldık.

"Kuş nerede?" diye sormamıza gerek kalmadı. Adam, alı al moru mor:
-Kuşunuz evdeydi. Eşimin başında içeri girdi. Ancak... Çok üzgünüm. Maalesef çocukların odasının penceresi açıkmış. İki dakika evvel camdan kaçtı. Şu tarafa gitti, dedi.

Mahcubiyetle başını önüne eğmiş, kıpkırmızı, arka arkaya özürler diliyordu.

-Biz de kuş besledik. Ne demek olduğunu bilirim. Konuşurdu, cıvıl cıvıldı. Bir gün hastalandı. Veterinere götürdük. Bu hayvanlar çok hassas oluyor. Kurtaramadık, çırpına çırpına can verdi. Bilseniz ne üzüldük. Çocuklarım günlerce matemini tuttu. Bahçeye gömdük. Yerini belirledik. En sevdiğimiz çiçeği, karanfili üzerine diktik. Hâlâ bahçenin o kısmından geçerken bir tuhaf olurum. İsterseniz ben de geleyim. Beraberce ararız. Tekrar özür dilerim.

Adamın büyük bir sevecenlikle bize bakan karısı da geldi:
-Kahve içip biraz dinlenseydiniz.

Galiba kendilerini tanıttılar, galiba biz de... Neler konuşulduğunu artık hatırlamıyordum. Kenan durumu idare ediyordu. Kelimeler boşlukta uçuşuyor, hiç bir mana ifade etmiyordu. Nesneler, görüntüler toz duman içinde yüzüyordu. Bir karabasanı yaşıyordum.
Bu iyi yürekli, adamsever insanlara teşekkür ettik. Tek kelime etmeye mecalim yoktu. Nasıl sakin sakin oturur, çay kahve içer, yazdan yabandan dereden tepeden konuşurduk.
Yangın büyüyor, alevler vücudumu sarıyordu.
Bir lahzada öyle geldi ki sanki safi ateş kesildim. Yitiğimin, sevdiğimin acısından başka şey hissetmez oldum. Sahi kim kaybolmuştu. En ufak bir sarsıntıda kendini dağıtan ben mi, onca fırtınalara, hayatın depremlerine rağmen... Kim kaybolmuştu?
Aramalarımız hiç bir netice vermedi. Gece vakti, herkesin kapısını çalabilir miydik, basit, sıradan bir kuş için? Bizi kim anlardı?
Alevlerimin içinde tümüyle yok olmamak için ağladım, ağladım... Bağıra çağıra, haykıra haykıra ağladım. Kendi yangınımı, kendi yağmurumla ıslattım.

*

Odamda uykuya çekilirdim ve mutlaka kapıyı örterdim. Çünkü bilirdim ki, beni görünce yüzümde gözümde gezintilerinle, oradan oraya sekmelerin, bitmez tükenmez gevezeliklerinle uykumu mahvedecek, dinlenmemi bölecektin.
Fakat beni göremeyince nerede olduğumu kestirir, kapının koluna konar, gaganla tıklardın. Veya yere konup, kapıya aralıklarla vururdun. Uykuya dalıp, sana aldırmaz olunca, kapıyı açıncaya kadar mütevekkil, sabırlı bir aşık gibi beklemeni sürdürür; beni görünce neşelenir, keyiflenirdin. Bazen dayanamaz, istirahatımı feda eder, bu sevimli yaramazı avucumun içine sıkıştırır, neresi denk gelirse defalarca öperdim.
Hep düşünürdüm. İnsanlar birbirini böyle şiddetle sevse, kocalar karılarını, çocuklar ana babalarını, fert-aile-toplum, uzak-yakın, tekil-çoğul, dünyalı-uzaylı, herkes yekdiğerini; sulh, esenlik içinde... Nice bahtiyar olurduk, huzuru mutluluğu bulurduk.
"Kuş aklı" der, küçümseriz. Kuşlara hakaret ederiz. Muhabbete kimilerinden çok daha iyi cevap vermiyor, sahiplerini bizim onları sevdiğimizden ziyade halis, çıkarsız, doğrudan sevmiyorlar mıydı? Sevgiyi öğrenip, kabullenip çoğaltmaları, ortaya koymaları, bizden daha ötede değil miydi? Acaba kimi zaman muhabbetin kuşcası, insancasından üstün müydü?
Akıllı insan seven insandı. Seven, paylaşan, sevgiyi süzüp damıtan, has sevgilere, hak sevgilere koşan...
Ama dünya akılsızlar, sevdasızlarla doluydu.

*

Ertesi gün tekrar aramaya çıktılar.

-Affedersiniz! Şeyy... İyi günler... Kuşumuz kaçtı da... Sarı renkli... Gördünüz mü?.. Muhabbet kuşu...
-Evden mi kaçtı dediniz? Haylaz çocuk! Allah bilir, okuldan da kaçmıştır. İyi terbiye verilmedi mi olacağı bu.

Çiftin yanından uzaklaşırken iki büklüm yaşlı adam, onlara öfkeyle bastonunu sallamayı unutmadı.
Nazlı gülmesini tutamadı.

-Yanlış anladı. Oğlumuz kaçtı zannetti. Çok şükür, uzak diyarda da olsa sağ. Hasreti var yalnızca... Adam emekli öğretmendi herhalde.

Bir süre kıkırdaştılar. Ancak Avusturya'daki oğlunu hatırlamak, Nazlı'yı incitmişti. Sık görüşemiyorlardı. Zihni tekrar Cancan'a çevrildi. Durum tuhaftı. Nazlı kuşu fazla mı önemsiyordu? Evladından da mı çok?
İtiraf etmeli ki Cancan'ın hayatlarına girişi onu rahatlatmış, Sercan'sa bolca problemleriyle, aileye uzaklığıyla daha ziyade bunaltmıştı.

Bu defaki durakları, apartmanlarının karşısındaki lahmacuncuydu. Bazen çaresizlikten, şaşkınlıktan aynı yere çift sefer yapıyorlardı. Lokantacı:
-Merak etme abi, dedi. Buraya gelirse gözüm gibi bakarım. Benimkilerden -eliyle kafesteki kuşları işaret etti- bir dişi de bulur, eveririz.

Adres, telefon numarası vermeyi ihmal etmediler.
Sordukları üçüncü kadın, yüzlerine öyle garip garip baktı ki Nazlı, "Ne acaip insanlar var şu dünyada" şeklinde düşündüğünü sandı. Şişman bir çocuk, anlamlı anlamlı güldü.

Nazlı Kenan'a:
-Çocuktan işkillendim, dedi. Belki buldu saklıyor. Konuşan, cana yakın, sempatik bir kuş...

İçi gene "Cızz"ladı. Kenan güldü:
-Belki de pişirip yemiştir. Doğrusu iyi tavası olur.
-Aşkolsun. İşin gücün dalga geçmek.

Civardaki bütün evlere, marketlere ilan mı yapıştırsalardı? Bazen bu tip duyurularla karşılaşıyorlardı. Memleket hayvansever doluydu. Yoksa peşini bıraksalar mıydı?
İkizli, birbirine zıt iki duygu aynı anda gelişiyordu. Beyninde ve yüreğinde... Kafası "kayıpları düşün" diyordu. Evlatlarını kaybedenleri... İflas edenleri, somut-soyut, doğuştan, baştan kayıpları... Vatanını kaybedenleri, değerlerini, şahsiyetini, kimliğini, hayatını, dünyasını ukbasını... Bütün bunların yanında hakir, zavallı bir kuşcağızın ne önemi olabilirdi? Binlercesi dükkanlarda hazır beklerken... Zevkinize, keyfinize, eğlencenize amade... İnsanlar tükenir, sefilleri oynar, yiterken; insanlar sömürülür, ezilir, biterken, bir kuşa ağıtlar yakmak hangi ayrık, uçuk zekanın harcıydı?
Gönlü itiraz ediyordu bir çırpıda. O rasgele, sıradan bir kuş değildi. Tam tarifleyemediği, belirleyemediği bir şeyleri temsil ediyordu. Beşerde arayıp bulamadığı, bulup koyamadığı, yerine oturtamadığı... Sıkça rastladığı, karşılaştığı; eksik, sahte, yalancı, yabancı bir şeylerin yükselişi, rağbetiydi. Kuşda bunlar yoktu, o mükemmeldi, hilesizdi. Saf, duru, berrak bir sevginin, sırf sevginin timsaliydi.
Demir asa, demir çarık diyar diyar -yani mahalle mahalle - dolaşmalıydı. Bütün katları tek tek çıkmalı, fert fert sormalıydı. İlanlar vermeli, mükafatlar önermeliydi. İşyerleri, alışveriş merkezleri, tatil yerleri araştırmadan nasibini almalıydı.
Sanki yorgunluktan canı çıkarsa ıstırabı hafifleyecek, vücudun bitkinliğine acı yenik düşecek, ister istemez ikinci plana geçecek, eriyecekti. Yorgunluk, unutuştu. Daha çok yorgunluk, daha çok uykuydu. Uykuysa, hafif tertip ölümdü. Küçük bir doz...

*

Neden bu kadar acı çekiyorum? Neticede bir kuş... Onca sevdiğimi, yakınımı kaybettim. Ard arda... Öleceğimi, yükümün altında ezileceğimi, ben de birlikte yok olup gideceğimi zannettim. Ama onlar insandı. Cancan bir damlacık hayvan...
Acaba yitirmek hissi, elden çıkanların acısı, tesirleri bakımından insan-hayvan, canlı-cansız fark etmiyor muydu? Yahut kaybınız hayvan bile olsa, siz idrak etmeseniz algılamasanız da, mazinizdeki benzeri üzüntüleriniz, teessürünüzle, sizden giden, kopanlarla, aşınmalarınızla, büyük-küçük hayat darbeleriyle birleşip; kocaman devasa bir top halinde gitgide irileşip devleşerek, tahmin etmediğiniz ölçüde muazzam bir kuvvet halinde size vurup çökertiyor, feleğinizi mi şaşırtıyordu?
Cancan sebebiyle duyduğu elem, sadece onun ıraklaşmasından, yakınlığından mahrum kalmaktan değil; gizlenmiş şuuraltına atılmış üzüntü ve keder topağının kalıntıları, tortularının açığa çıkmasından, ortalığa dökülmesinden miydi?
Savaştığı, yalnızca kuş için hissettiği derin azab değil, geçmişin tüm negatif, menfi olaylarının yaralarının uzantıları, yansımaları mıydı?
Neyin yasını, kimin matemini tutuyordu? Istırabı geçmişte nerelere uzanıyordu, en mühimi tekil miydi, neyin nesiydi?

*

Bazen kocasının yüzüne bakıp tek kelime etmeden ağlamaya başlıyordu. Karı-koca beraberce ağlaştıkları da vakiydi.
Kapı kollarında, köşe bucakta, her yerde Cancan'ın izleri karşısına çıkıyordu. Sevgili pisliği, ortalığa sıçramış yem artıkları, narin tüyler, sile temizleye tükenmiyordu. Pekiyi, yüreğindeki izi ne yapacaktı? Gece kafesi koydukları odaya giremiyordu. Dayanılmaz bir hüzün kaplıyordu içini. Bir parçasının ayrıldığını, kalbinden bir mahallin boşaldığını, bomboş kaldığını hissediyordu.
Sabah kahvaltılarında gelip Kenan'ın ağzından yemek yemesini nafile ümit ediyorlardı. Her an tetikte, tedirgin, gergin bir bekleyişteydiler. Balkona çıkmak bile son derece sevimsizleşmişti. Kafes, masanın ortasına kurulmuş, balkonun bütün keyfini, safasını kaçırmıştı.
Karı-koca birbirine göstermeden, ikide bir balkona çıkıyor, göz ucuyla kafesi kontrol etmeden rahatlamıyordu. Sanki balkonda nöbet tutmak Cancan'ın gelişini hızlandıracaktı.
Bazı kere içlerini çok kuvvetli, kuşlarının yerine yurduna döndüğüne dair bir duygu kapladığında; veya muzip rüzgar kafesin çıngırağını sallayıp kah acıklı nağmeler, kah neşeli sesler çıkardığında, kendilerini gene oraya atıyorlardı.
Nazlı nihayet kafesin pek göz görmeyecek kuytu bir köşeye konmasına karar verdi.

Cancan'ı yeni kaybettiği günlerden birinde, sarsılarak uyandı. O ötüyordu. Kuş mütemadiyen bağırıyor, Nazlı'yı çağırıyor, bir türlü bulamıyordu. Perişan vaziyette Kenan'ı çağırdı. Kenan sakin:
-Hayatım! Bitişikteki apartmanda muhabbet kuşu gördüm. Duyduğun ses onun sesidir. Merak etme, şimdi yerini çoktan bulmuştur, mutludur. Herkes kuş meraklısı.

Yok, yok! Bu ıstırabı dindirmek lazımdı. Kuş yüzünden... Eğer yaşarsa -ki öyle gözüküyordu- ne çileler çekecek, hafakanlar içinde yüzecek, kim bilir hangi dünya cehennemine düşecekti? Aklını başına almalıydı.

*

Rüyadaydım, onu gördüm. Bütün görme gücümü, hasretimi, sevdamı gözlerime teksif ettim. Bir daha asla göremeyebilirdim. Sayısız öptüm.
"Bununla yetin cici kuşum! Seni sevmeyebilir, kıymetini bilmeyebilir, yeteneklerini takdir etmeyebilir, hapsedebilirler. Öyle çok sevgi aktarmalıyım ki sana, sonsuza dek seni idare etsin, yetsin."
Meğer ne biçim sevmişim. Sevgiyi ben öğretmişim. Halbuki bu kez öğretmenim sendin. O küçük yüreğe, o güzel sevgiyi nasıl sığdırdın.
Muhabbet senden miydi, benden miydi? Hangimiz çok sevdi, ateşlere düştü?
Sevgili öğretmenim! Sevgili öğrencim!
Seni pek ziyade tüm kalbimle seviyorum. Kuş yüreciğin hep mesut olsun. Ömrün sevinçle erinçle dolsun.

*

Cancan için duyduğu his patlaması Nazlı'yı kızdırıyordu. Sevginin ölçüsü, kararı olmalıydı. Kendiyle hesaplaşıyordu.
Kenan neredeyse babasının ölümünde, Cancan'ın kaybının benzeri bir acıyı yaşadığını itiraf etmişti. Üzerinden seneler geçtiği için mi acı küllenmiş, yahut bir içgüdüyle biraz da nisyana terkedilmişti? Yoksa gerçekten kuş, öne mi geçmişti? Fakat bu mümkün değildi. Acının tazesi, yenisi belki böyle bir tesir yapıyordu. Belki ilerleyen senelerle, insanlar daha yufka yürekli, mütehassis oluyordu. Kuşlar insanlardan mühim, değerli görülemez, aksi düşünülemezdi.

Oğluyla uzak, donuk ilişkide, kopuklukta da, benzeri yaşanmıyor muydu? Cancan'ı acaba Sercan'ın yerine mi koymuş, kutsallaştırmıştı. Şöyle fikir yürütüyordu:
"Kuşları-hayvanları insanlaştırıyoruz. İnsanları ilahlaştırıyoruz. Sevgiyi hakedene vermiyoruz. Tercihlerimiz, eğilimlerimiz, hislerimiz habire değişiyor. Sıcaklığımızı, alakamızı esirgediğimiz nice insan, sevgi yoksulluğundan, açlığından bunaltılar, kuşkular, yorgunluklarla kıvranarak ömür tüketiyor."
"Sevgisizliğimizle, yüreksizliğimizle, kuşları insanlaştırıyoruz. İnsanları kuşlaştırıyoruz."
"Sevgisizliğin de bir haddi hududu bulunmalıydı. Kalbin en cazip, mutena mevkiine hayvanlar kurulmamalı, insanların yerini almamalıydı.
"Her şey yerli yerince, merkezinde... Sevgi de... Ancak, kalbin merkezinde, ne?"

*

Teessürüm hafiflemiş gibiydi. Akıllı uslu laflar ediyor, düşünüyordum. Ama bu bir yanılsamaydı. Hattizatında kendime söz geçiremiyordum. Kederim sürüyordu.
Aklım kalbimi tekdir ediyor, azarlıyor, paylıyor, yargılıyordu. Artık kontrol altına aldığımı sandığım duygular, aniden infilak ediyor, mantığıma kafa tutup isyanları oynuyordu.

Eş-dost, konu-komşu tesellide bulunuyordu:
-Üç kuşum kaçtı.
-Beş kuşum öldü.
Hayretler içinde kalıyordum. Rahatça, gönül huzuruyla konuşuyorlar, rakamlara iş nasıl da dökülüveriyor, bir can çabucak gözden çıkarılıveriyordu. Tasamız kuş muydu?

Akıl veriyorlardı:
-Üzülmeyin, tekrar alırsınız.

"Kesinlikle" diyordum kalpten.
Yeniden, bile bile aynı hatayı yapmak, benzer acıları görmek veya daha kötüsü duyarsızlaşmak, nasırlaşmak...
Fazla hassas insanların harcı değildi hayvan beslemek. Hemence bağlanıp benimsiyor, dayanıyor, sarsıcı, çarpıcı bir olayla da alt üst olup yıkılıveriyordu.

*

En korkuncu seyahatten dönüşlerinden sonraydı. Yürüdüğünde, oturduğunda, iş yaptığında küçük sarışın tüyler her seferinde gözüne batıyordu. Anlaşılan Cancan, kendini unutturmak istemiyordu. Çaresizce kaçıyordu. Ondan hiç bir esere tahammülü yoktu. Kafes derhal kuşcuya verilmiş, yemler ortadan kaldırılmıştı.
Sevdiklerinin ölümlerinde de eşyalarını dağıttığını, göz önünden kaldırdığını hatırladı. Gene aynı şeyi yapıyordu. Hatırlamak canını yakıyor, kalbini dağlıyor, kederi sürekli taze ve gündemde tutuyordu. O yüzden mümkün mertebe, acı vesilelerini yok etmeliydi.
Odanın, eşyaların düzenini değiştirdi. Yeni bir veçhe, görüntü verdi.
Ama mutfağa girdiğinde salatalık doğramak bile onu üzüyordu. Çünkü Cancan salatalığı çok severdi. Başka kuşları -hele muhabbet kuşlarını- görmeye takati yoktu. Hepsi o pek sevdiği, içine geçirdiği tatlı varlığı hatırlatıyordu.

*

Bir gece rüyamda karşıma çıktı. Tek gözü morarmış, tüyleri dökülmüş, zayıflamıştı. Yazlığımızın yanındaki inşaattaydı.
"Oraya hiç bakmadık. Neden aramadık? Burnumuzun dibindeymiş. Ama aradım, önünden geçtim, bir kaç defa seslendim. İnşaat boştu."
Paralanıyordum.
"Evi bulamadın da, oraya mı geldin? Yoksa bizden saklandın mı? Neden kaçtın? Çok yakındık ve birbirimizi bulamadık. Erişemedik, göremedik, bilemedik..."
"Sercan da hiç aramıyor, biliyor musun? Mutlaka bizim teşebbüsümüz lazım. Bazen düşünüyorum. Ben hep kaybetmek için mi yaratılmışım?"
Dövünüyordum.
Cancan beni görünce elime kondu. Tükenmiş, bitmiş küçük gövdesini, dudaklarıma yaklaştırdı. Her zamanki gibi sevilmek, okşanmak, sahibiyle o güzel diyalogu, muhabbeti yaşamak istiyordu.
Onu kalbimin bütün gücüyle, sevgimin bütün muhassalasıyla öptüm, öptüm...
Gagasından ince bir kan süzüldü. Avuçlarımın ortasına düştü.
Son nefesini en sevdiğinin yanında veriyordu.
Bir feryat koptu dudaklarımdan. Yüreğimi dilim dilim doğradılar.
Gün boyu kendime gelemedim. Cancan onlarca kez, gözümün önünde can verdi.
"Ya öldüyse... Ben ne yaparım Allah'ım?.."

*

Hadisenin üzerinden biraz daha zaman geçtiğinde, keder soğuduğunda farklı açılar yakaladığını görüyordu. Hiç bir hayvana böylesi bir yakınlık duymamış, iletişim kurmamıştı. Birbirlerine sevgiyi öğretmiş, üleşmiş, büyütmüşlerdi.
Sevgi içimizdeydi. Kalbiniz bir hazineydi. Definelerin en muazzamı, en değerlisi, albenilisi orada saklıydı. Keşfedilmemiş, üretilmek, yüceltilmek, devleştirilmek isteyen nice pırıltılı güzellikler hamlenizi uzanmanızı bekliyordu.
Belki sevgi kuşunu hapsetmek değil, uçurmak gerekiyordu. Kanatlandırmak, daldan dala kondurmak, yerden göğe savurmak...
Sevgi, kafes değil azatlık istiyordu. Değerlendirilmek, yeni sevgilerle zenginleştirilmek, bezenmek...
Hırs, enaniyet, tutku hiç bir engel tanımadan, uçsuz bucaksız, dipsiz, köşesiz yükselmek, alabildiğince yükselmek, gönlünce, hürce gelişmek, keyfince sevişmek, manisiz ilerlemek istiyordu. Dolu dizgin, sere serpe, güle oynaya, kaynaya kaynaya...
Canlıyla cansızla, insanla hayvanla, zamanla mekanla, Tanrı'yla...
Sevginin işi buydu.
Sınırlar, yasaklar, darlıklar, ufuksuzluklar onu boğuyordu.
Her dem tazelenmeli, her an zirvelerin, sonsuzlukların, göklerin hasretini çekmeliydi.
Her lahza aşkla inlemeli, aşkla beslenmeli, tekemmül etmeli, süslenmeliydi.

*

Uç benim gökçe kuşum! Sonsuzluklar senin!
Dilden dile uzan! Gönüller senin!
Avuçtan avuca kon! Yaban eller, ırak-yakın, seven eller senin!
Ten kafesini kır! Serazat, delişmen ruhlar senin!
Aşkla inle! Sevdayı dinle! Yüreğinle!
Gönül kuşunu uçur! Hapsetme!
Devletle! Sevgiyle! Muhabbetle!

Makale Detaylar

Gönderen: Serdar

Kategori: EdebiyatHikaye ve ÖykülerYürekteki Kuş

Derecelendirme: %100

Yazar İletişim: Unknown

2 kişi yorum yapmış.

joey - 30.12.2005
evet serdar gerçekten güzel

ilk i çok hoşuma gitti. okurken hiç kuş olabileceği aklıma gelmemişti. sonuna gelene kadar.

bi de sonu söyle bir sözle biten vardı "yüreciğin hep mesut olsun." bu da çok güzeldi

teşekkürler
webmaster - 17.04.2005
Güzel bir hikaye Serdar. Teşekkürler.

Sadece üyeler yorum yazabilir. Üye olmak için tıklayın.