Makale Başlığı: Sanatçının Kimliği

Sanatçının Kimliği

Yazar: Kazım Kütük • Eklenme Tarihi: 10.04.2008 • Görüntüleme: 4.398

Özet:
Yüzyıllardan bu yana filozoflar ve sanatçılar sanatı farklı biçimlerde tanımladılar. "Sanat nedir?" ve "felsefe nedir?" soruları bence çok fazla bir anlam ifade etmiyor, çünkü önemli olan bir şeyin kendisi değil, onun işlevidir. Sanatın etkisi, benim için, sanatın kendisinden daha önemlidir. Bu yüzden bir kişinin sanatından çok, onun sanatının etkisini konuşurum.

Kelimeler:
Sanatçının Kimliği, makale, araştırma, Kazım Kütük, Sanat, Felsefe, Marx, Trocki, Kapitalist

Yüzyıllardan bu yana filozoflar ve sanatçılar sanatı farklı biçimlerde tanımladılar. "Sanat nedir?" ve "felsefe nedir?" soruları bence çok fazla bir anlam ifade etmiyor, çünkü önemli olan bir şeyin kendisi değil, onun işlevidir. Sanatın etkisi, benim için, sanatın kendisinden daha önemlidir. Bu yüzden bir kişinin sanatından çok, onun sanatının etkisini konuşurum.

Peki bir şeyin etkisini konuşurken, kendisini nasıl bir kenara atabiliriz?

Sanatçının kimliğini konuşurken, onun sanatını kendi kimliğinden nasıl bağımsız değerlendirebiliriz? Sanatçı kendi kimliğini seçen insandır. Dışarıdan verilen kimliği reddedip kendisine yeni bir kimlik hazırlayandır.

Peki sanatçının kimliği sanatından ayrılmıyorsa ve sanatçının nasıl bir kimliğe sahip olması gerektiğini soruyorsak, bu durumda onun nasıl bir sanat yapması ve sanatını ne için ve aynı zamanda kimin için kullanması gerektiğini de sormak zorundayız. Bu durumda "sanat nedir?" sorusunu sormak da kaçınılmaz oluyor.

Sanatın tanımı zaman içinde bilimin gelişmesi ve toplumsal değişmelere göre değişikliğe uğramıştır. Örneğin, bilinçaltının keşfedilmesinden önce hiç kimse sanatın bir bilinçaltı ürünü olduğunu söylemiyordu. Bu da zaten mümkün değildi. Bugün sanatın bilinçaltı ürünü olduğunu söyleyenler var. Bilinçaltının yaşamımızdaki etkisini düşündüğümüzde, bu tanım o kadar da yanlış değil.

Platon´a göre sanat "idea"ya; Aristoteles´e göre doğaya, yani nesnel gerçekliğe öykünmedir. 18. yüzyılda "anlatımlı sanat" nesnel gerçekliğin güzel anlatılmasını gerektirir. (Örneğin Rousseau böyle düşünenlerdendir.) Ama genel olarak sanat "ilişkidir". Sanat, bir insan eseridir ve bu eser "nesnel gerçeklik"ten bağımsız değildir. Bu anlamda "insanla nesnel gerçeklik arasındaki estetiksel bir ilişki" diye tanımlayabiliriz.

Sanat bir bütündür. Biçim ve içerik, ulusal ve evrensel, somut ve soyut, duygu ve düşünce iç içedir, ayrılamazlar. Bir şair ne kadar kendini anlatırsa anlatsın, sonuçta toplumdan bir bireyi anlatmıştır, böylece bireysellik ve toplumsallık da iç içedir.

Sanatın tarafsız olduğu us´a yatkın değildir, zira sanat nesnel bir gerçekliği yansıtmaktadır ve sanatçı bir toplum içinde yaşamaktadır. Sınıflı bir toplumda yaşamamızdan dolayı, sanatçı tarafını seçmek zorundadır. Bir mal üreticisi değildir sanatçı; o yığınların önünde sorumluluk duygusuna daha fazla sahip olmalıdır. Sınıfını seçerken (her ne kadar marxist sınıf tanımlamasına göre, bir insanın sınıfını seçmesi tamamen kendi elinde değilse de) en özgür koşullarda kendi sanatını üretebileceği bir düzen özlemine sahip sınıfı seçmelidir. Şundan emin olmalıdır ki, bu sınıf burjuvazi değildir, çünkü burjuvazinin uşaklığını yapmak zorunda kalacaktır sanatıyla. Bu da onun özgürlüğünün kaybı anlamına gelir. Bu durumda ezilen sınıfın kurtuluşu icin bir propaganda aracı olarak kullanmalıdır sanatını. Burjuvazinin kendi düşüncelerini medya aracılığıyla yaymaya çalışması bizi şaşırtmamalı.

Sanat bir karşı çıkış olmalı. Ezmeye ve ezilmeye karşı bir karşı çıkış.

Bir sanatçı, sınıflı toplumda yaşamasından dolayı, sınıf çelişkilerini, çatışmalarını görmezden gelemez. Örneğin Türkiye´de yasayan bir sanatçı, Doğu´da yaşanan savaşı, Susurluk olayını, Sivas yangınını, darbeleri, işçi yürüyüşlerini, mafya-devlet ilişkisini, bankaların hortumlanmasını, işkenceleri... görmezlikten gelemez. Bunlara tanıklık etmek zorundadır, eserlerine yansıtmak zorundadır. Dahası, böyle bir düzenin değişmesi için örgütlü çalışmak zorundadır, çünkü insan tek başına hiçbir şeyi değiştiremez.

Sanatçı hep muhalif olmalıdır. Düzen yanlısı olmak, uşaklıktır onun için. Oysa ona yakışan hep bir adım daha özgürlük istemektir.

Günümüz insani zamansızdır, yalnızdır. Yaşamı bir koşturmacayla geçmektedir. Bu hızlı yaşam ondaki zaman duygusunu yok etmekte, gittikçe duyarsızlaşmakta, duygusuzlaşmaktadır. Günümüz insanı artık sanattan uzaklaşmaktadır. Bireyselliği seçerken, yalnızlığı alınyazısı olarak kabul etmektedir. Günümüz insanı, makinalaş- maktadır. Kapitalistler bu konuda bizi yendiler. Biz ne zaman başımızı kaldıracak olsak, afyon gibi şırınga ettiler düşüncelerini. Postmodernizm bu düşünce akımlarından biriydi. Şu günlerde bunun modası ağır ağır geçerken, Türkiye´ye iyice yerleşti. Ben arabesk kültürün ve postmodernizmin bu gidişle kolay kolay son bulacağına inanmıyorum. Çünkü Türkiye insanı düşünmüyor (Yani Aziz Nesin haklı). Ayrıca o kadar şaşkın ki, sürü gibi başından istedikleri gibi çekiyor egemen sınıf.

Günümüz insanı, hoşgörüsünü ve anlayışını kaybetti. Şimdi öfkeli ve içinde düşmanlıklar besliyor. Günümüz insanının ruhsal sağlığı bozuk, çünkü gereken sanatsal etkinlikleri sindiremiyor. Aşk ölüyor. Bu yüzden Marx, "Kapitalist üretim biçimi sanata ve şiire düşmancadır." der.

Sanatçı, kendi düşmanını bilmeli, kapitalist üretim biçimi reddetmeli.

Sanatçının kimliği sanatında ve yaşamında yatar.

Sözlerimi Trocki ve André Breton´un 25 Temmuz 1938 yılında Meksika´da yazdıkları "Özgür, Devrimci Bir Sanat İçin" adlı makalenin son cümleleriyle bitiriyorum:

" Sanatın bağımsızlığı için devrim-
devrim – sanatın kesin kurtuluşu için."