Makaleler Makale ve Araştırmalar Denemeler Dalgınlık Üzerine Deneme
Makale Başlığı: Dalgınlık Üzerine Deneme

Dalgınlık Üzerine Deneme

Yazar: Enis Batur • Eklenme Tarihi: 17.02.2014 • Görüntüleme: 3.769

Özet:
Rodin’in insanı, gündelik hayatımızın varoluşu sorgulanmadan geçirdiğimiz bütün anları, dalgınlığın gerçekte kurtuluşumuz olduğunu gösteriyor… Dürer’in melankolik figürü, buna karşılık bir ruh halini yansıtıyor. Düşüncelerinin ağırlığı değil onu dibe çeken, duygu atmosferine çökmüş kapkara bir güneş yüzünden iniyor aşağıya; bu yapıya sahip insanların kolay kolay yukarılara dönemediklerini biliyoruz.

Kelimeler:
Enis Batur, Rodin, Albrecht Dürer, dalgınlık, deneme yazısı, heykel, melankoni, düşünce, estetik, makale, Sabidius, Melih Cevdet Anday, Alphonse Allais, Necatigil, cehennem kapısı, düşünen adam heykeli, Mahur Beste, Huxley

Aldous Huxley'in mahut Pala adasına bir gemi kazası sonrasında 'düşen' adam, karşılaştığı iki çocuğa eşlik eden papağanın durmadan 'burada ve bu anda' diye bagırmasının nedenini merak edince şu yanıtı alır:
"Bunlar hep aklımızdan çıkar, değil mi? Demek istediğim, olana bitene dikkat etmeyi hep unuturuz. Bu da, burada ve bu anda olmamak demektir".
Öyle sanıyorum ki, o kız çocuğu, papağana öğretilen sözün bir Latin deyişinin uyarlaması olduğunu bilmiyordu: Hic et nunc, 'şimdi ve burada', özellikle peşin ödeme beklentisi içindeki Roma tacirlerinin yerinden oynamaz şiarı imiş. Gelgelelim, Huxley'in küçük kahramanının yorumunda, çok daha şiirsel bir boyut çalışıyor: Aslında bu anda burada olan birinin aklının başka bir yerde, başka bir zaman kesitinde meşgul olması öteden beri ilgimi çekmiş bir durum.
Biz buna, yuvarlak hesap dalgınlık diyoruz.
Dalgınlık kelimesini o kadar değil, dalgın sıfatını çok severim. Neden? Belli bir nedeni yok işin açığı.

Sabidiussu sevmem!

Nasıl, Martialis'in şiirindeki mantığı paylaşıyorsam, "Sabidius'u neden sevmedigimi bilmem. / Bildiğim bir şey vardır: O da Sabidius'u sevmem." (O. Rifat çevirisi), bu konuda da aynı tutuma sığındığım olur: Her şeyin açıklamasını yapacak, bulacak değilim, diye akıl yürütmeyi seçerim.

'Dalgın'ı, ola ki en çok sesinden, ezgili yanından, tınısından dolayı seviyorumdur. Uzağa götüren bir özelliği var gibi geliyor bana, ufka doğru çağırıyor. Anlamı pekiştiriyor bu hali: Dibe, diplere gidiyorum, ağır ağır. Buradayken burada olmamak yabana atılası lükslerden Koşullarımı kıramadığımda onu kullandığım olur, ısrarlı bir kabusun gerçekliğinden sıyrılıp gündüşüne sıgınırım.
Işin başında, gene de fiil var: Düz anlamıyla dalmak, hangi durumlarda kulanılıyor? Suya, sulara dalıyoruz örnegin; karanlığa, sise, kalabalığa (insanların arasına), ormana (ağaçların arasına) dalıyoruz ayrıca. Görünen o ki, çoğul ve yoğun ortam sözkonusu her seferinde. Içeri dalmak var bir de: Belirsizligi, bilinmeyeni ağır basan bir ortama biraz hesapsız biçimde girmekten sözediyoruz burada. Dışarı dalınmıyor oysa: Çıkmak, fırlamak, kendini atmak fiilleri geçerli karşı kıyıda.
Öyleyse içedönük bir anlam alanının sınırları içindeyiz. Dalmanın mecaz boyutu bu noktadan hızını almış besbelli. Suya dalmak için (düz anlamıyla) hazırlanır insan, ona göre soyunur (mayo giyer) ya da giyinir (dalgıçsa), ama Yahya Kemal gibi "Daldım coşup giden denizin musikIsine" diyorsa, daha çok hazırlıksız yakalanmış, mıknatısa elinde olmaksızın kapılmış demektir.

Dalmak ve televizyon

"Su akar, deli bakar" sözü yaygındır ya, akan suya bakakalanların sayısı az değildir. Ateşe, alevlere dalıp gitmek de genellikle akıllı uslu insanlara özgü bir davranış olarak görülmez, sözgelimi Faulkner'ın "Ses ve Öfke"sinin akıl fakiri kahramanını sakinleştirmek için ocağın karşısına oturturlar, oysa ateşten gözünü alamayanlara sık rastlanır. Ayrıca, yalnızca insanların dalgın olduğu doğru değildir, toplumlar da dalgın olabilir. Tanpınar, "Mahur Beste"de, insanlarımızın yangın izleme tutkusuna değinir: "Istanbul halkı; servetlerini, saadetlerini kemiren bu âfetle başbaşa yaşaya yaşaya ona garip bir suretle alışmış, önüne geçemeyeceğini anlayınca onu hayatının çerçevesi içine almıştı. Yangın seyrini estetik bir örf gibi benimseyen, her sınıftan yıgınlarca insan vardı. Zenginlerin alelacele hazırlattıkları arabalarıyla, ihtiyarlann sırtlarında ağır kürkleriyle, tiryakilerin içinde küçük ispirto lambası ve kahve takımları bulunan sepetleriyle, hatta ufak tefek kahvaltı nevaleleriyle gittikleri bu alevli eğlence"den şaşkınlıkla karışık bir ironiyle sözeder romancımız. Bugün toplum, akan sulara ya da yükselen alevlere dalmak için televizyon ekranını kullanıyor.

Dalgın profesör

Ben gene de bireyin dalgınlığına dönmeyi yegleyeceğim. Bir doğa, bir huy mudur dalgınlık? Herkeşte biraz vardır dalgın olma .eğilimi ama Orwell'ce söyleyecek olursak, kimilerinde daha çok, daha sık, daha yoğun bir hal biçimini alır. 'Dalgın profesör' yaygın bir tiplemedir örneğin; hayatında tek bir bilim adamıyla karşılaşmamış insanların bile imgeleminde öyle bir prototip yaşar. Profesör aramıza kanşmıştır; sabah giyinirken iki ayağına farklı çoraplar giymiştir; öğle yemeğinde boş çatalı ağzına götürürken görülür, iş çıkışı ev anahtanyla arabasının kapısını açmaya çalışır; gece yatağına girerken kravatını çıkarmayı unutur. Neden? Çünkü, neredeyse hep aklı başka yerdedir, çoğu zaman burada değildir.
Dalgın profesör, sevimli bir kişilik, başkalarına uzun boylu bir zararı dokunmadığı için sempati toplar. Dalgın şair, dalgın sanatçı da öyle: Anlayışla karşılanır. Dalgın şöför, kaptan, pilot, makinist ayrı: Onların dalgınlıklannın bedelini, sorumluluklarını üstlendiği yolcular da ödeyecektir.

Rodin ve Dürer

Katsayıları var dalıp gitmenin: Hem kişiden kişiye hem koşuldan koşula değişebilen derinlik ölçümleri sözkonusu. Iki ünlü sanat yapıtına bakalım bir an için: Rodin'in "Düşünen Adam" heykeliyle, Albrecht Dürer'in "Melankoli I" adlı gravürünü karşımıza aldığımızda, kimi paralellikler bulmakta güçlük çekmeyiz: Iki 'kahraman'ımız da oturmaktadır bir kere; hareket halinde değildirler, bunun da ötesinde iyiden iyiye hareketsizliğin bağrına bırakmışlardır kendilerini. Can alıcı bir başka benzerlikleri, başlarına ellerini dayanak kılmış olmalarıdır: Iki omuzun üzerinde birbaşına duramayacak ölçüde ağır mıdır başları? Şüphesiz farklı bir gerekçeyle: Uzun süren, iyice derine dalmış bir düşünme, bir düşüncelilik durumu işin içindedir, kıpırdamayan başa payanda gerekir.
Rodin'in heykelini, neden bilmem, öteden beri "Düşünen Adam" olarak vaftiz etmişiz Türkçade, ben de bu alışkanlığı sürdürdüm. Oysa, asıl adı "Düşünür"dür heykelin; Rodin, görkemli yapıtı "Cehennem Kapısı"nın tepesine konduracağı, yaratıcılığı hakkında Dante'nin düşüncelere dalmasını simgeleyeceği bir parça olarak tasarlamıştır onu; gelgelelim, sonradan, bu figürün yazgısı üstünde düşünen insana daha uygun düştüğüne varmış, onu ayırmıştır.
Dürer'in 1517 tarihli gravürü, başta Panofsky ve Saxl'ın dev incelemeleri olmak üzere çok sayıda bilgece yorum tarafından kuşatılmış, "Melankoli" kavramı çerçevesinde yapılmış bütün hekimlik ve kültür incelemelerinde başköşeyi tutmuş bir yapıt. Burada, karmaşık içeriğinin barındırdığı simgesel boyutlara değinecek değilim; gözlerini boşluğa dikerek dalıp gitmiş ("Düşünür"ün de gözlerinin açık olduğunu anımsatmalıyım) o melek üzerinde yeterince durulmuştur. Bu iki yapıt, dalma'nın dalgınlıkla özdeşleşmediğini, bir tutulamayacağını gösteren iki komşu alana açılmamızı sağlıyor:
Düşünceye dalmak, düşüncelere kapılmak, hüznün koyu sularına batmak, derinlik katsayısı oldukça yüksek kopuşlar. "Bunu durup düşünmek gerekir," diyoruz yeri geldiğinde; Rodin'in insanı durmuş, oturmuş, düşünme konumuna girmiş, kendisi burada, aklı ise 'buradaoluş' koşulumuza odaklanmış; öylesine derin bir konuya dalmış ki, asıl dalgınlığımızın bu halin dışına çıktığımız an başladığını kanıtlıyor bize: Gündelik hayatımızın varoluşu sorgulamadan geçirdiğimiz bütün anları, dalgınlığın gerçekte kurtuluşumuz olduğunu gösteriyor.
Dürer'in melankolik figürü, buna karşılık bir ruh halini yansıtıyor. Düşüncelerinin ağırlığı değil onu dibe çeken, duygu atmosferine çökmüş kapkara bir güneş yüzünden iniyor aşağıya, bu yapıya sahip insanların kolay kolay yukarılara dönemediklerini biliyoruz: Keder denizine açılmış olanlar, saatler boyu konuşmadan, burada olduklarına ilişkin en ufak işaret vermeksizin durabilirler.
Iki yapıta dalıp gittim bu arada, sıradan hayatımızın sıradan bir özelliği sayılabilecek dalgınlıktan, tehlikeli komşularına göz atmak için olsa da bir parça uzaklaştım.

Dalgınlık bülünmedir

Safkan dalgınları bir kenara ayıralım. Geriye kalanlar ara sıra dalgınlaşırlar. Bir şiirinde, "Insan bir daldı mıydı bölünmek  " der Necatigil ve o kendine özgü iki küçük çizgisiyle dizesini tamamlarken, sözü sessiz okura bırakır. Dalgınlık, sahiden de bir bölünmedir: "Belki Afrika civarında yürüyerek, ama seni düşünerek" dediği gibi bir başka şairin. Uçan halıya binmişçesine, bir yer değiştirme özgürlüğü sağlar insana, bulunduğu noktadan ışıktan da hızlı biçimde bir başka noktaya uçuruverir dalıp gideni. Zaman açısından daha farklı mı durum? Dalmak, geniş, düpedüz sınırsıza teğet bir takvim açar önümüzde, Alaaddin'in lambasına dokunup dilemekten kolaydır dalıp seçtiğim zaman tabakasına sıçramak.
Bulaşır mı dalgınlık: Esnemek, gülmek gibi bulaşıcı bir özelliği olduğu ileri sürülebilir mi? Sorunun karşılığını bulmak için Melih Cevdet Anday'ın "Yanyana Dalgınlık" şiirine bakılabilir.
Herkese kendi dalgınlığı ama. Benimkini, seninkini, onunkini paylaşamayız. Birinin dalgınlığına sokulmak densizliğin büyüğü olur. Bir Dalgınlıkları Koruma (Mahfuz Tutma) Derneği kurulmamışsa bugüne dek, tez elden kurulmalıdır.
Peki, uzun sözü kısası, açık ve dolaysız bir tanımı yapılamaz mı dalgınlığın?
Alphonse Allais çoktan yapmıştır: Gözlüğünü kaybetmek ve onu bulduktan sonra takıp aramaya koyulmak.

 

Milliyet Sanat - Ekim 2004